Yansımalar
Benim TEDx Serüvenim (TEDxAnkara Citadel “Muse”, 30.05.2016)
Prof. Dr. Pınar Aydın O’Dwyer, PhD.
1. Dönem: Bilgisizlik
TED’i ilk duyduğumda Bill Gates’in basında çokça yer alan konuşması gündemdeydi. Ben de TED’i onun sahip olduğu bir kuruluş olarak algılamıştım. Bu tip büyük kuruluşlar reklam yüzü olarak kendi CEO’larını kullanarak dolaylı yoldan reklam yapıyorlar, ya da buna doğrudan reklam denilebilir çünkü firmanın başındaki beyin vitrinde diye düşünmüştüm. Beyni beğenirsem firmanın ürettiği mala da güvenebilirim; bir çeşit CEO logosu, grafik sanatına ihtiyaç kalmadan tanıtım.
Ama sonra “internette şöyle bir konuşma dinledim, böyle bir sunum izledim, hayatım değişti” diyen insanları duymaya başladım. Bir çeşit “America Has Talent” show’u diye düşündüm. Hatta bir çeşit “zihin sirki” olduğunu, herkesin sırayla çıkıp marifetini sunduğu bir gösteri olduğunu ama yararının sınırlı olabileceğini, sadece eğlendirici olduğunu ve bana göre olmadığını düşündüm.
2. Dönem: Uzaktan ilgi
Kocamın akşamları bilgisayarında TED konuşmaları dinlediğini ve bazılarından çok etkilenip “ben de aynı böyle düşünüyorum” dediğini fark etmeye başladım. Özellikle eğitim alanındaki konuşmalar onun ilgisini çekiyordu ve ona kendisini yalnız hissetmeme, kilometrelerce uzaktaki akıllı insanlarla (onların haberi olmasa da) buluşma, yeni fikirler edinme ve kafasını çalıştırmak için bir uyarı alma imkânı veriyordu. Ama benim buna ihtiyacım yoktu, çünkü ben kendi ülkemde yaşadığım için hem mesleğim hem de hobilerim gereği her gün yeni sorular ve sorunlarla karşılaşıyordum zaten.
3. Dönem: Davet şaşkınlığı ve itirazlarım
Derken Meltem Kocamustafaoğulları beni arayarak TEDxAnkara Citadel Mayıs 2016 konferansı için benden bir konuşma istediklerini, küratör Berrin Benli ile beni tanıştırmayı arzu ettiğini söyledi. Böylece ilk buluşmamız gerçekleşti. Açıkçası o kadar çok satış amaçlı (doktorlar için site, doktorlar için TV programları, ilaç firmaları, vb.) şirketle görüşüyorum ki yine bu tür bir görüşme olacak diye düşündüm. Nasılsa karşıma bana uymayacak veya yapamayacağım bir öneri çıkacak diye düşündüm. Bu ilk görüşmede de öncelikle konuşma yapma önerisinin benim için reklam amacı içerip içermediğine odaklandım, içerseydi prensiplerime uymadığı için üzerinde düşünmezdim bile. İlk aşamalar o kadar hızlı geçti ki bir an kendimi doğrudan konuşmaya çıkmak üzereymiş ve hiçbir şey hazır değilmiş gibi hissettim, Berrin Benli’nin anlattıkları o kadar netti, ne aradığını biliyordu. Bu aşamada ikinci konu istenen konuşmanın benim beceri ve bilgi sınırlarımın içinde olup olmadığı idi. Kendimin sunulacak orijinal bir ürünü, eseri, fikri olmadığını anlattım. Benim konuşmam istendiğine göre konuşmamın dinlenmeğe değer bir içeriği olması gerektiğini, yoksa amaçlarını bozmuş olacağımı belirttim. Doğru kişi ve doğru içerikle doğru konuşma olmasının benim için önemli olduğunu söyledim, TEDx’in önemli olduğuna ikna olduğumu ama kendimin doğru insan olduğuma ikna olmadığımı ekleyip üzerinde düşünmek ve hazırlık yapmak için süre istedim. Konuşma yapmam ama gider dinlerim, nasıl olduğunu görürüm diye aklımdan geçirirken Meltem Kocamustafaoğulları vurucu cümleyi, kendimi nasıl gördüğümü ve nasıl görülmek istediğimi anlatan cümleyi söyledi ve ben TEDx’in kafası çalışan insanlardan oluştuğuna inandım. Bu da bana içinde, bir parçası olma arzusu verdi ama ben yapabilir miydim?
4. Dönem: Endişe dolu arayışlar
Bu çalışma dönemiydi, sepetimde ne var ne yoksa önüme döküp ayıklamaya başladım. Çıktıkça çıktı, gözlerime inanamadım. Ama bulduklarım gerçekten işe yarayacak şeyler mi diye düşünüp daha önce konuşma yapmış olanlarla konuştum ve birçok konuşma dinledim. Bazıları ilgimi çekmedi, gereksiz, anlamsız ve hata dolu buldum. Bazıları ise gözümü korkuttu. Hem de çok korkuttu, çıta çok yüksekti, hem gülünç olabilirdim, hem de tüm organizasyonu bozabilirdim. Hatta göstereceğim tablo slaytları telif sorunu çıkarabilirdi. Bu işe niye kalkıştım yol yakınken vazgeçeyim diye düşündüm.
5. Dönem: Kabulleniş ve ciddiye alarak yoğun çalışma
Bu ruh haliyle ikinci görüşmeyi yaptık. Bir sunum örneği gösterdim, çok beğendiler. Buna hem çok şaşırdım, hem hoşuma gitti hem de artık kaçamayacağımı anlamış oldum. Ancak bu beni iyice endişelendirdi, en başında neredeyse hafife aldığım TEDx organizasyonun benim için öneminin giderek artığını fark ettim. Bütün sanat kitaplarıma baştan göz gezdirdim, tüm slaytlarıma ve eski konuşmalarıma alıcı gözüyle yeniden baktım, herkese her ayrıntıyı danıştım, arada gittiğim Londra’da müzeleri bu bakış açısıyla gezdim, TED konuşmaları kitabını alıp okudum, konuşmamı yapıp bozdum, yapıp yeniden bozdum, uykumda kâbus görüp ter içinde uyandım, gündüzleri uyurgezer gibi dolaştım. Çünkü iş ciddiydi, işi ciddiye alan ve alınan bir organizasyonda yer almayı kabul etmiştim. Üstüne üstlük bu ciddi organizasyon yerel değil, küreseldi. TEDxAnkaraCitadel’in yüzünü kara çıkartmamalıydım onlar bana güvenmişler ve beni davet etmişlerdi. Aklımda Berrin Benli ve Meltem Kocamustafaoğulları’nın ilham verici yüzü dolaşıyordu.
6. Dönem: Saha gezisi
Saha araştırması yapmak için müzeye gittim, ne salon düzeni ne de pencereden gelebilecek olan aşırı ışık açısından bana çok elverişli gelmedi. Daha önceki aşamalarda defalarca görüşüne başvurduğum Berrin Benli’yi bir kez daha arayıp endişelerimi aktardım. Beni yine rahatlattı, o olmasa devam edemezdim.
7. Dönem: Diğer konuşmacılarla tanışma
Tanışma, lojistik ve prova için konferanstan bir gün önce müzede buluştuk. Diğer konuşmacılarla tanışmak çok hoş bir duyguydu ama konuşmalarının içerikleri hakkında programda yazılandan daha fazla bilgi edinmeyi başaramadım, daha çok kendimle ve kürsü, slayt göstericisi vs. ile ilgiliydim. Hatta bunlara takılmış durumdaydım. Konuşmamın en önemli unsuru slaytlarımı takip edebilmemdi. Hem aklımla yalnız kalabilmek ihtiyacındaydım, hem de benimle ilgilenilmesini istiyordum. Hem diğer konuşmaların içeriklerini anlayıp sunumumu onlara uyumlu şekle sokmak iyi olurdu, hem de kendi anlatacaklarıma yoğunlaşmalıydım. Bir ara Berrin Benli ile göz göze geldim, gözleri bana “ben buradayım, size güveniyorum, işler güzel gidecek” diyordu, rahatladım. Onca işinin arasında beni nasıl fark ettiğine şaşırdım. Daha fazla sorun çıkarmamaya özen göstermeye karar verdim.
Ancak kendi sorunlarımdan başımı kaldırınca etrafımda arı gibi çalışan bir ekibi fark edebildim. Kimi konuşmacılarla, kimi slayt sistemi ve ses sitemi ile kimi video çekim sistemi ile uğraşıyordu. Dar bir alan olmasına rağmen Uzak Doğudaki gibi kimse kimseye çarpmıyor, hiçbir gerginlik hissedilmiyordu. Bunu daha sonra kalabalık izleyici kitlesinin arasında da gözlemledim, içten gönüllülük işte böyle olmalı, diye düşündüm.
8. Dönem: Konferans günü
Her şey hızlıca başladı, uzun sürmeyen açış konuşmaları, yoga ve artık konulara giriş. Konuşmaları dinlerken kendi sunumumun onlara göre yerini ve amacını anladım. Aklımda bazı cümleler ve mesajlar netleşti, diğer konuşmacılar bana esin verdiler. Kendi konuşmamın ilk 1/3’ünde doğru duruş, bakış ve slaytları takip ediş konumumu bulmaya çalıştım. İkinci 1/3ünde dinleyicilerle buluşmuştum. Son bölümde ise kendimi kaptırıp süreyi aşmamaya ama bu arada vereceğim mesajı ıskalamamaya çalışmaktaydım. Bir an kendimi izlemeye başladığımı fark ettim ki bu en tehlikeli durumdur, işte o anda yine Berrin Benli ile göz göze geldim. Bana “bırakın doğallıkla aksın, suyun öbür tarafına bir kulaç kaldı, ben buradayım” der gibi gözleriyle elini uzatıyordu. İşte o anda kendimi keşfedilmiş, var olmuş hissettim. TEDxAnkaraCitadel konferansının esin perisi, kendi kendime esin verdirtmişti. Artık hep var ve artık farklı ben olacaktım, ben artık bir TEDx’çiydim.
9. Dönem: Anlatma ihtiyacı
Ertesi günden itibaren anlatma, durmadan anlatma moduna girdim. Bir yazı (http://sanattanyansimalar.com/yazarlar/pinar-aydin-o-dwyer/satranc-muzesi-sahnesinde-tedxsanati/1049/erişim tarihi 04.06.2016), kesmedi bir tane daha yazdım (http://www.herkesebilimteknoloji.com/haberler/toplum/engelleri-yikan-iki-projeerişim tarihi 20/06/2016). Yazarken o konuların ne kadar isabetli seçildiğini anladım, insan dinlerken ne anladığını tam olarak anlamıyor, zaman geçtikten sonra her konuşma yerini buluyor. Küratör bu açıdan önemli, her ne kadar konuşmaların videoları sonradan birbirinden ayrı olarak izleniyorsa da konferans ortamında bulunmak parçaları bütünsellik içinde dinlemek farklı bir tat yaratıyor. Üstelik bir arada görülemeyecek birçok değerli konuşmacının yanında birçok değerli dinleyici ile de tanışmak olanağı oluyor. Biriyle tanışmak başka biriyle tanışmanın yolunu açabiliyor. Sonuçta TEDx konuşması bana keşfedilmişlik duygusu verdi. Ne zamandır sorguladığım “ben kimim ve ne işe yararım” sorusuna cevap bulmak için ipuçları sağladı. Daha da güzeli içinde saygı gördüğüm, üstün zekâ ve yüksek yaratıcılık bulduğum yeni bir çevre edindim.
Organizasyonun başarısı, zekice bir kürasyon ve estetik bir sahneleme ile candan gönüllü bir ekibe bağlı. Tümü bir araya geldiğinde konuşmacılarla diğer konuşmacılar ve izleyiciler arasında bir dizi kimyasal tepkime meydana geliyor, benim deneyimimde bu tepkimeler artarak sürüyor.
Bir çeşit bilim-kurgu filminin içinde yaşamak isteyen herkese gönülden tavsiye ederim.
TEDxAnkaraCitadel 2016 HİKAYEMİZ
“Satrançta kahramanlar yoktur.”
Cory Evans
“Satranç tahtasında tüm denizlerdekinden daha fazla macera vardır.”
Pierre Mac Orlan
Sürreal Bir Pazartesi
2013’te “Curricula Vitae” ve 2014’te “Şifreler ve Semboller” temalarıyla kalplerimize dokunan TEDx Ankara Citadel’le bu kez de onlarca satrancın bulunduğu Guinness rekortmeni bir mekânda, Ankara Kalesi içindeki Gökyay Vakfı Satranç Müzesi’ndeyiz. Çok özel hamlelerin yapılacağı koskocaman bir satranç tahtasının üzerinde iki kanada dizilmişiz... Birazdan sizlere hamlelerini anlatacağım bu oyunun bir kahramanı yok, olmayacak… Onlar kendi maceralarını yaşıyorlar... Bu mekânda öğrendik ki, satrançta kahramanlar yokmuş ama yine de maceralar tüm denizlerdekinden çokmuş. Bizim maceracılarımız sanatçılar, aşçılar, mühendisler, diplomatlar, doktorlar, çocuklar ve daha birçokları… Farklı hayatlardan yükselen bir ortak kalp atışını, bireye ve topluma değer katmayı, yaşam kalitesini artırma çabasını, yayılmaya değer fikirleri, ‘Muse’u, bu kocaman satranç tahtamıza getirdiler.
Muse ilham kaynağı, esin perisi. Mitolojide Zeus’un dokuz kızı. ‘Music’ ve ‘museum’ kelimeleri de bu kökten türemiş. Ve bu sabah erkenden ilham perileri müzeye doluşuvermiş. Kimilerimiz içinde aramış ilhamı; kimilerimiz dansta, sanatta; kimilerimiz bir mekânda, bir çocukta, bir minik kuşta…
Satranç tahtamızdaki ilk açılım: Yoga eğitmeni Seda Özsoy’la spiritüel bir yolculuk. Bir kapanma anı vesilesiyle, aydınlığa erişme çabası. Anda olmaya giden yol. Bazen bir arpa boyu, bazen ışık yılı. Ayak tabanlarımızdan köklenip yeryüzüne, başımızın üstünden uzanırken gökyüzüne, arafta özle temas anının ayırdında, dünyevî olandan, ruhanî olana uzanan dik bir ip merdivenle, Namaste! İlham kaynağı içimizde.
Bir hamle de Can Atilla’dan; “İlham içimizde saklı mıdır?”. İçtenlik, inanç ve dualarla, yaratıcıdan dilediğimiz yardım ansızın kalbimize üflenir mi, kulağımıza fısıldanır mı? “Bir melek bir insana ilham verebilir mi?” Bestecimiz araştırmış ve İslam tasavvufunda bu mertebenin mevcut olduğunu görmüş; Nefsi Mülhime. Çeşitli frekanslardan, her türlü yayının yapıldığı evrende, ortak bir titreşimle, samimiyetle dilenen bir mucizenin hayat bulması bal gibi de mümkünmüş. Sanatta ve yaratıcılıkta öğretilemeyen şeylerden öğretilene, “ilham”dan “bilgi”ye evrilen, serinletici, narin bir yelpaze bestecinin ellerinde.
Ve bir karşı hamle! Perisiyle özel mekânlarda randevulaşanlar da var aramızda. İlkin ilham perilerini müzelerde karşılayan sanat direktörü Derya Bigalı hamlesiyle “Müzeler şehirlerin pırlanta taşları ve cazibe merkezleridir. İlham perileri güzel yaşamın anahtarlarını sunarlar,” diyor. Yaratıcı fikirleri harekete geçirebilme gücüne sahip yaratıcı mekânlar ve şehirleri, tek bir ilhamın tüm toplumu saran dönüştürücü etkisini, müzeler üzerinden salona estiriyor. Hafifliyoruz. Müze inceltir, besler, yeniler, iyileştirir. Yaratıcılık, açık fikirlilik ve ilham müzelerde ikâmet eder.
İlham perisiyle mekânlarda buluşan bir diğer konuşmacıysa diplomat Mustafa Osman Turan. Hayali mimar olmakmış. Çocukluğunda, arkadaşlarıyla yığınaktaki odunlarla evler yapar, birlikte oynarlarmış. “Dostça, kardeşçe mekânlar yapmak hayali herhalde oradan kaldı,” diyor. Yıllar sonra Brüksel’de bir çikolata fabrikası girişinde yazılı “Burada başka bir dünya oluşuyor” cümlesinin gizemli davetine kendini bırakarak, bilinçsiz, plansız bir randevuya, çocukluk oyunlarının tanıdık duygusuyla buluşmaya, tam da zamanında varmış. Mekânın vaat ettiği potansiyel tesir ve temas örüntüsünden heyecan duyarak, yaydığı enerjiyle, geçmişe duygusal ışınlanmamıza vesile olan başka dünyaların oluştuğu mekânlar kurgulamış. Çocukluğuna, o günlerin saf, dostça duygularına ulaşma arzu ve çabası, birlikte oynamaya, birlikte yaratmaya duyduğu inançla, gençlerin hemhal olduğu sıra dışı bir mekân yaratmış. Ve ilham perilerini orada konaklatmış.
Mekândan ilham alan bir diğer konuşmacımız, üç yaşındaki Akın’ın babası Mete Çakmakcı. Bir mühendis ve teknoloji gönüllüsü. Takım olmanın, net, berrak, pozitif iletişime açık ortamlar yaratmanın gereklerini uzun yıllar iş ve özel yaşamında deneyimlemiş. İpuçları damıtmış. Bu birikimini endüstriyel seviyede bir ortak macera merkezi kurgulamaya aktarmış. Farklı disiplinlerden, farklı bakış açılarını buluşturan bir mekân. Özel hayatındaysa oğluyla ve pozitif iletişimin simgesi olan “Akın’ın macera arabası”yla, rutin olanı maceraya dönüştürerek, formatlanmamış ortamlar deneyerek, güven ve iletişime açık ortamlar yaratarak yol almaya devam ediyor.
Yaş aldıkça çocukluk günlerimizi bir başka özlemle anmaya başlıyoruz. Kimi zaman oyunlarına, mekânlarına, kimi zaman lezzetlerine özlem duyuyoruz. Annelerimizin, ninelerimizin mutfakta özenle, sevgiyle yarattığı tatları arıyoruz. Tam da bu arayışın getirdiği ilhamla, bir hamle de Master Şef Zeki Açıköz’den. Yöresel lezzetlerin, geleneksel üslupla sunulduğu bir girişim oluşturmuş. Her bölgeden mesleğini seven, bilinçli, yetenekli aşçıları yaylalara, köylere, Ayşe nineye, Fatma teyzeye göndermiş. Reçeteler alınmış, denemeler yapılmış. Geçmişin özgün lezzetleri bugünün sofralarına, şölen havasında taşınmış. İlham, bu kez bir tabak lezzetle, çocukluğa, memlekete, eski sofralara ulaştırmış.
Müzedeki perili satranç takımına bakarken, aklına kendi satranç takımı gelmiş mimar, mühendis ve akademisyen Refik Toksöz’ün; engelli satranç takımı —tahta bacaklı, işitme engelli taşlar— satranç tahtası üzerinde kolayca ileri sürülmüş, hamle yapılmışlar. Oysa gerçekte öyle mi engelli hamleleri? Oyun tahtasındaki gibi bir çırpıda kolayca yapılabilir mi? Yoksa sağı solu kısıtlarla mı çevrili? İşte bu engellenmişlik hissini deneyimleme fırsatı veren bir projenin sahibi Refik Toksöz, “empati sokağı” projesi. İlham kaynağı engelliler olmuş.
Dünya diğerinin problemine duyarlı olup, çözüm üretmeye çalıştıkça daha yaşanır hale geliyor. Tıpkı “Engeller takılmak için değil, yıkılmak için vardır,” diyen ÜstZem çocukları Alper, Ediz, Efe Noyan, Ömer Akın ve Fatih Efe gibi. “Dünya size göre biçimlendiğinden biz engelliyiz, bize göre olsa siz engelli olurdunuz,” diyen görme engelli çocuklara duygudaşlık ederek, hareketliliklerini kolaylaştırmak için yönlendirici bir baston tasarlamışlar. Bu hamleyle sahneden geçerken aldılar gönüllerimizi. Engelli arkadaşlarının hayallerine ortak olabilen bu duyarlı çocuklar, iyi ki varlar.
“Satranç bünyesinde oyun, sanat ve bilimi barındırır. Sporcunun, aktörün ve bilim adamının özelliklerini sahiplenen kişi yenilmez olur.”
Tigran Petrosian
Âdeta yenilmez savaşçı bir Amazon hamlesi; Tighereda Kulessa. Çocukluğundan, çoluk çocuğa karışana kadar çetin bir yaşam mücadelesi vermiş. Hayat onu zorladıkça direnmiş. Ne ailesel ne de toplumsal dayatmalara boyun eğmiş. Dans ederek ayakta kalmış. Dans ederek dünyayı arşınlamış, gönüllü işler yapmış, ihtiyacı olanlara el uzatmış. Dansa davet eder gibi güzellikleri de davet etmiş yaşamına. Dans ederek özgürleşmiş. Dans ettikçe parıldayan, dans ettikçe perilenen özgür ve özgün bir ruh. Bir dünya vatandaşı. Onunki önünde eğilinesi, ayakta alkışlanası bir yaşam dansı.
Yenilmez Tighereda’nın yaşam dansından bir yönetici hamlesine! Faruk Eczacıbaşı’nın “Zarlar ve Periler”ine… Yaratıcı kişiliklerin özelliklerini, zekâ ve öğrenme şekillerini, eğitimdeki yeni seçenekleri gözden geçirerek, baskıcı ortamlara gelemeyen, çekingen ilham perilerinin davet edilebileceği yaratıcı ortamlar, yarışmalar, projeler kurgulamış. Tanrı’nın attığı zarların etkisini en aza indirebilmek için azimle, bıkmadan usanmadan çalışmaya ve kullandıkça azalmayan tek kaynak olan bilgiyi çoğaltmaya gönül vermiş… İşte bu ilhamla da balık vermek, balık tutmak değil, balıkçılık işini bir sistem olarak öğretmenin yeni endüstrinin görevi ve bunun Tanrı’nın attığı zarları dengelemenin bir yolu olduğuna inanarak kendi hamlesini yapmış bir yönetici.
Leylek misali vakitlice göçmeliydi buralardan sıcak diyarlara. İri, göçmen bir kuş değil, küçük, yerleşik bir kuş çekmiş dünyanın halısını, Melih Özbek’in ayaklarının altından. Yaşadığı kentin alışılagelmiş kızılgerdanıyla geç gelen tanışma, sorgulatmış ona hayatı; “Ben bunu kaçırıyorsam, hayatta daha başka neler kaçırıyorum?” diyerek düşmüş denk gelemediklerinin peşine, elinde objektifiyle. Dünyanın fotoğraflanmasına adanmış hamlesi buna hakikaten de ne denli değer olduğunu da gösteriyor.
Göz Hastalıkları uzmanı Pınar Aydın O’Dwyer, hamlesinde bizi beyninin içine alarak beraber dolaşmak istiyor. Beyninin dehlizleri, bir sanat galerisinin koridorlarını andırıyor. Renk renk tablolar, resmedilmiş ünlüünsüz karakterler, resimlerdeki ilham perileri... Derin derin bakmalar… Hatta payına tıbbi bulgular düşen ressamlar. Hayatın sanatla örülü estetik yanı ile mesleğiyle harmanlanmış teknik yanı arasında rengârenk bir köprü kurmuş Aydın O’Dwyer. Hayatın evreleri sarmalında hiçlikten, yeniden doğuşa, tüm o anafor anlarında, “Ben nerdeyim? ne yapıyorum? Bütün kolye ve küpeleri aldım, bütün renkleri denedim, şimdi ne yapacağım?” sorgulamalarında esin perisi de elinde zerafetle bize tuttuğu aynada. Caz müzisyeni, besteci ve aranjör Janusz Szprot, Dolce Caz Vokal Grubu’yla yapıyor çok sesli hamlesini. Duygu, Damla ve Merve’den oluşan vokal grubunu, birlikte çalışmaya motive eden üç unsur; tınlama yani farklı melodiler bir araya geldiğindeki çınlama, şarkılardaki öyküler ve müziğin farklı renklerine olan ilgileriymiş. Bir “çokseslilik öyküsü” sunuyorlar. Performanslarında çoksesliliğin yanısıra başka tamamlayıcılar da var; döneme özgü aksesuarlar, eldivenler, saç tokaları, kastanyetler, dans, koreografi ve şarkılara ufak Dolce dokunuşları. Satranç tahtası bir anda müziğin coşkusuyla hareketleniyor, herkes, herkes gülümsüyor, tempo tutuyor, eşlik ediyor. Tighereda da içindeki dans tutkusuyla sahnede, grubun tam yanında, coşkuyu çoğaltıyor.
Yılların tecrübesiyle ve sevgiyle yapılan bir hamle: hayatının kırk yılını köy çocuklarının eğitimine adamış akademisyen Hüseyin Vural. Sevgiyle tohumlar serpmiş, sevgiyle yeşertmiş. Önce fidan, sonra ağaç olmuşlar. Onlar da dallarıyla, yapraklarıyla başka çocukların saçlarını okşamışlar. Bu katman katman çoğalan etkinin ortaya çıkmasında ilham kaynağı çoban Hüseyin olmuş. Anlaşılan o ki çobanlık bu güzel çocuğun tek uğraşısı da değilmiş, zaman zaman esin periliğiyle de iştigal edermiş. Günün birinde çocukların okumaları için birşeyler yapma arzusunu hocamızın yüreğine fısıldayıvermiş. Hocamız, o gün bugündür, köy çocuklarını okutmayı, hayata şanssız başlayan çocukların önüne imkânlar koymayı yaşam gayesi edinmiş kendisine. Kitaplar göndermiş, karşılığındaysa binlerce teşekkür mektubu almış, harikulâde mektuplar, saf sevgi dolu, geleceğin sanatçılarından nakış gibi işlenmiş rengârenk mektuplar. “Kaygılarımızı giderecek birşeyler yapmalıyız çocuklarımız için. Gönüllülük... Sevdiğimiz için, o çocuğun insan olarak bu dünyaya verebileceği katkının kocaman olabilmesi için hepimizin yapabileceği birşeyler var,” diyor hocamız ve elinde tuttuğu şeffaf kutuyu gösteriyor; Türkiye’nin dört bir yanından, mektuplarla birlikte gönderilmiş, özenle ve bir arada saklanan kurumuş kır çiçekleri ve yapraklardı âdeta o çocuklar... Yazı yazmayı henüz öğrenmiş o sıcacık el yazısı, satırdan düşen o mektuplardaki harfler, gönlümüzün en güzel köşesinde... Sevgi, hepimizin gözünde, en somut haliyle oradaydı... Aşağı satıra sarkan küçük, mahçup bir ‘m’, itişen şakacı bir ‘u’, aradan başını uzatıp muzipçe gülümseyen bir ‘s’ ve neşeli bir ‘e’.
İlham perileriyle, maceralarıyla bizleri müzedeki bir satranç tahtasındaymışcasına havalandıran maceracılarla yol aldık: mekânın derinliğinden bakışın derinliğine, sanatın derinliğinden ruhun derinliğine, empatiden bir kuş bakışında kendini çözümlemeye, bir aynada sırrını keşfetmeye... Akıl, düşünce, yaratıcılık, bilim, sanat ve edebiyatın esin perileriyle bezenmiş onca hamle… Hepsi ayrı hikâye. Kendi cennetini yaratan ve diğer insanların hizmetine sunan, fark yaratan insanlar, kişisel yolculuklarındaki ilham kaynaklarını paylaştılar. Herkes kendi tadındaydı; tıpkı satranç tahtasındaki taşlar gibi kahramanları olmadı ama denizler kadar maceraları vardı. Bu salona giren insanlar değiliz hiçbirimiz artık. Maceralar bizi savurdu, çalkaladı, anımsattı, devinim kazandırdı. Hikâyeler bizi birbirimize yaklaştırdı.
Dünya değişiverdi, biz dönüşüverdik. Çokça iyilik, güzellik, azim, yenilmezlik, gönüllülük, adanmışlık, zekâ ve disipline tanıklık ettik, dirildik, güçlendik.
Bize bu deneyimi sunan bir avuç insan. Berrin, Arzu, Ebru, Defne, Meltem, Tayfun, Şükran ve Yalın’dan oluşan çekirdek ekip. Onlar da bu dünyayı daha iyi, daha güzel, daha kaliteli, daha özel, daha yaratıcı, daha üretken, daha dostça velhasılı daha yaşanılası kılmak için bir araya gelmiş, içten bir adanmışlıkla emek vermiş TEDx gönüllüleri. Çoğalmanız, üretmeniz, paylaşmanız dileği ve binbir teşekkürlerimizle…
Küratörlüğünü ve sunumunu Berrin Benli’nin yaptığı TEDxAnkara Citadel’in “Muse” temalı etkinliği, 30 Mayıs 2016 tarihinde Altındağ Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’nin açılış konuşmasıyla başlamış ve TEDxReset Küratörü Ali Üstündağ’dan günün özetiyle son bulmuştu. Bu yılki etkinliği size hikâyeleyen ben Ebru Dilan’la da TEDx Ankara Citadel tarihe not düşülmüş oldu. Gökten üç “Muse” indi… Biri maceracılarımıza, biri ekibimize ve diğeri de siz okuyucularımıza… Esin perileriniz bol olsun.
Ebru Dilan
30.05.2016, Ankara
ENFORMEL EĞİTİM: HAYAT BOYU ÖĞRENİME GİDEN YOL
Khas İşletme Fakültesi
Öğrenebilen bir canlı olarak insan, edindiği bilgi ve beceriler doğrultusunda sürekli değişir ve davranışlarını yeniler; her yerde, her şekilde, herkesten ve her an öğrenir. Biliyoruz ki eğitim ve öğrenme okullarda, planlanmış, müfredatlı, kontrollü (formel) ve okul dışında da doğal ortamda kendiliğinden (enformel) gerçekleşir. Eğitim kavramı öncelikle ve çoğunlukla okulla ilişkilendirilip formel tipi çağrıştırsa da biz bu yazıda enformel şeklini ele alacağız.
Tanımlamakla başlayalım. Gün- lük hayattan, insanlar arası et- kileşimin olduğu her ortamdan beslenen enformel eğitim, top- lumların ihtiyaçlarına göre Al- manya’da sosyal pedagoji (social pedagogy), Fransa’da animasyon (animation) sanatçılarının toplu- mu eğitmesi, İskoçya’da toplum eğitimi/öğrenimi (community education/learning) gibi farklı adlarla anılmakta. Bir yandan destekleyici ve tamamlayıcı rol- de konumlandırılırken öte yan- dan doğaçlama öğrenmeyi kalıcı etkiye dönüştüren, motive edici alanlar ve öğrenme ortamları yaratmasıyla öne çıkan güçlü bir konuma sahip. Merkezinde di- yalog, tecrübe, keşif barındıran ve öğrenmemize yardım eden süreci tanımlamakta.
Bu bağlamda enformel öğren- me, planlanmış müfredat ve sınıfların dışında gerçekleşen, iletişim, işbirliği ve tecrübeyle, etkileşerek, keşfederek öğren- meyi mümkün kılan zaman ve alanlarda elde edilen kazanım- larımız olarak özetlenebilir. Kazanımlar (bilgi, beceri ve davranış) günlük hayatın için- den, bireyin çevresiyle gelişigü- zel etkileşiminden alınır.
İşte tam da yeni bir eğitim-öğ- retim yılına başlamış ve okul- lar, dersler, sınıflar gündemi- mize tekrar girmişken istedim ki, eğitime alışılageldiği örgün ve yaygın biçiminin haricinden bakalım, biraz da enformel eği- timden bahsedelim. Bu konuda yazma motivasyonumu ise TEDxAnkaraCitadel’in yaz ba- şında gerçekleştirdiği etkinliğe borçluyum. Burada bir parantez açıp topluluk ve etkinlik künye- sini kısaca not düşelim.
Teknoloji, eğlence ve tasarım alanlarını bütünleştiren, kâr amacı gütmeyen küresel plat- form TED’in (technology- entertainment- design) özgün fikirleri yayma misyonuna ortak olan TEDxAnkaraCitadel ekibi 5. yılında yerel, bağımsız etkinlikler düzenlemeye devam ediyor. TEDx konferanslarını Ankara’da ilk kez başlatan ve TED lisansı altında zamanla yeni haklar edinen ekip, konferanslardan farklı formata sahip olan TEDxSalon etkinlikle- rinin üçüncüsünü “enformel eğitim” temasıyla 17 Mayıs 2018 tarihinde Erimtan Arkeo- loji ve Sanat Müzesi’nde gerçekleştirdi. TEDx konferanslarından farklı olarak etkileşimli formatta planlanan TEDxSalon etkinlikleri, 15 dakika konuşmacı sunumu ve ardından 15 dakika soru-cevap oturumuyla konukların aktif katılımına imkân sunmakta. Etkinlik Küratörü Berrin Benli, bu temanın toplumsal fayda odaklı, tüm bileşenleriyle irdelenebi- lecek ve maksimum fayda sağlanabilecek olması nedeniyle seçildiğini ifade ediyor. Gelin etkinlik konuşmacılarına biraz kulak verelim.
Yoga: Bir Öğrenmeyi Öğrenme Aracı
Sahne karanlık. Ve aydınlandığında Yoga Eğitmeni Atilla Güllü başüstü duruşta (Shirshasa- na), gündüz vakti bizleri “İyi akşamlar...” diyerek selamlamakta. İşte farklı bir bakış açısı!
Yogaya 40 yaşından sonra başlamasına rağmen en ileri asanalardan biriyle, başüstü bizlere konuşuyor. Hareket ve nefesi biraraya getiren beş bin yıllık bir gelenekten bahsediyor. Yapa- bileceklerimiz konusunda kendimizi ikna aracı olarak yogayı kullanmayı anlatıyor:
“Hedefe doğru yavaş yavaş, adım adım, belli bir tempo ve süreklilikle devam etmek... Yoga bize dikkatimizi istediğimiz yerde, istediğimiz kadar toplayıp odaklamayı yavaş yavaş öğretir. Eğitim de böyle bir şey. Yoganın sırrı hareket ve nefesi biraraya getir- mektir. Yoga öğrenmeyi öğrenmekle ilgilidir. Yavaş yavaş atacağınız adımlar ve sürek- lilik...”
Eğitimde Oyun, Oyunda Eğitim
Teknolojinin yaşamımızda yarattığı katma değeri anlamaya çalışırken, oyunlaştırmayı en iyi şekilde deneyimleyen bir konuk konuşmacı, Teknoloji Profesyoneli Barış Özistek. Babası Türkiye’nin ilk Bilgi Teknolojileri yöneticilerinden. 8-10 yaşlarında bilgi işlem alanlarında oyun oynayan birisi için elbette “Oyunlaştırma gerçek hayattan ve oyunlar gerçek hayat me- kaniklerini çok iyi kullanan ürünler...”
29-30 yıl öncesi ve bugüne ait bilgisayar oyunu görselleri paylaşıyor. Sadece grafik olarak bile baktığınızda bugünkülerden çok farklı. Diğer yandan, geçmiş ve bugüne ait gösterdiği eğitim görselleri ise pek farklı değil.
“Hâlen bir öğretmen, sınıftaki 40 öğrenciye aynı sıralarda eğitim veriyor. Farklılıkları gözetilmeksizin, herkes aynıymışcasına. Neden tat alıp, neyi hedeflediklerine bakıl- maksızın... Farklı olmak hayatın gerçeği ama eğitim bunu gözardı ediyor. Niçin eğitimi kişiselleştirmiyoruz? O kadar kolay ki. Kişiselleştirilmiş eğitim mümkün. Yeter ki diji- tal ortama taşıyın, içine yapay zekâ koyun ve bekleyin. Bu konuda temiz bir sayfa açıp reform yapan, gelecek 10 yıla, 30 yıla damgasını vuracaktır.”
Örneğin; Türkiye Bilişim Vakfı’nın Kod Ödülleri. Yüzlerce başvurunun, oyun tasarımının yapıldığı ve yüzlerce eğitim oyununun geliştirildiği, eğlence, merak ve birlikte üretme çabası- na sahne olan enformel eğitim ortamlarından birini sunuyor.
Oyun Tadında Öğrenmek
Yönetmen, oyuncu, senarist Emre Şen. Müziğin dâhi çocuğu başarılarla dolu özgeçmişinin tekinsiz arka sokaklarına götürüyor bizi, cesaretle. 10 yaşın- da babasıyla ilk kez sinemaya gittiğinde o ana kadar tatmadığı bir duygu doğuyor içine: “aşk”. Hissettiği bu duyguyla epey mesafeli ilerleyen eğitim hayatı, dışarıdan düz, yükselen bir yol gibi görünse de, bir kedinin maharetle dağıttığı yün yumağının karman çorman dolambaçlarından ibaretmiş oysa.
Klasik başarı tanımı hepimizin tâbi olduğu sıralı, okullu, aşamalı eğitim sistemini gerektiriyor. Ciddi- yet ve mantığın hâkimiyetinde, ayakları yere basan bir iş, yukarıdaki “aşk”tan oldukça uzak. Başarısız- lıkların —dolambaçlı yolların— görünür olmadığı özgeçmişi, piyanoda birincilikler ve uluslararası ödüllerle dolu. Sonradan Gestalt Psikolojisi eğitimi almış, senaryo yazmış, film çekiyor ve iki saatlik uzun metrajlı ilk sinema filmini tamamlamak üzere. Sinemanın dâhi çocuğu olmaya aday. Peki bu nasıl olmuş?
Başlangıçta her şey eğitim sisteminin dikte ettiği şekilde ilerliyor. “Başarılı öğrenci olma” baskı ve mecburiyetinin tüm gereklerini yerine getiriyor. Ancak zaman içinde akışta olmayanlar su yüzüne çıkmaya başlıyor ve mutsuzluğu onu ele geçiriyor. Başarısızlık, depresyon, küskünlük, bar piyanistli- ği, ergenlik, narsisizm, depresyon, dans, psikoloji eğitimi, terapi aşkı, özlemle piyanoya dönüş, tekrar bırakış, deli gibi çalışarak kayıt-montaj yapmayı öğ- renme, kafasının içinde senaryo yazmayı öğrenme ve uzun metrajlı bir filmin ortaya çıkışı... Özgeçmiş- te görünür olmayan arka sokaklar, savruluşlar... “Bu görüntü çok zalimce. İnsanlar bu kadar çeşitliyken sınıftakilere sen ne istiyorsun, diye sormuyoruz,” diyor ve ekliyor:
“Glenn Doman 1955’te İnsan Potansiyeline Ulaşma Enstitisü’nü kurmuş. ‘Öğrenmek ha- yattaki en eğlenceli oyundur, bütün çocuklar buna inanarak doğar, büyür, ta ki biz bunu ellerinden alana kadar,’ der. Aslında sistemi sıkılanlara göre düzenleyebilirsek etrafımız dâhilerle dolar... Ben hâlâ oyun oynuyorum.”
10 yaşında gönlünü sinemaya kaptıran bir piyanis- tin hissettiği huzursuzluk ve eksikliği deneyerek, yanılarak, kendi çabasıyla öğrenerek tamamladığı, çetrefilli yollar ve yıllar sonra çocukluk aşkıyla yeni- den buluşması...
Hayal Kurabilmek, Cesur Olabilmek, İç Sesini Dinleyebilmek
23 yaşında ikiz çocuk annesi genç bir kadın, aldığı eğitime erişme şansı olmayan çocuklar için bir şeyler yapmak istiyor. Bundan 24 yıl önce “bir değişim yaratmak” içgüdüsü ve “okumak her ço- cuğun hakkıdır” felsefesiyle yola çıkarak Tüvana Okuma İstekli Çocuk Eğitim Vakfı’nı (TOÇEV) kuran eğitimci Ebru Uygun, buradaki itici gücün 11 yaşında bir çocukken Darülaceze’yi ziyareti sırasında ilgisini çeken küçük çocuklar olduğu- nu anlatıyor. “Ayakları yere basan, hayallerinin peşinden koşan çocuklar hayal ettim.” 98 yılında başladığı Doğu Anadolu seyahatiyle gerçeğe ilk kez dokunduğunu farkediyor. TOÇEV’in çocuk ve gençlik tiyatrosunu kurarak, tiyatroyla çocuklara “ilkyardım”, “diş sağlığı”, “su nasıl kullanılır?” vb. eğitimleri vermişler. Ülkenin en ücra köylerine giderek basketbol sahaları, çocuk/oyun parkları, resim atölyeleri gibi sosyal alanlar, kütüphaneler kurmuşlar, okullar onarmışlar.
“Çocuklar da, oğullarım da büyüyordu. Onları aktif hale getirmek istiyordum. Ergenlik zor bir süreç. Baskılanmış duy- gular ileride sorun olabiliyor. Sorunlardan yola çıkarak projeler yaptık. ‘Ben Ergenim’ adı altında, çocuklara öfke kontrolü an- lattık. Kapalı kadın cezaevlerine gittik. Orada doğan, annesiyle yaşamak zorunda olan çocuklar için çalıştık. Orayı soluduk. Hayat orada soğuk. Onu sıcak hale soka- bilmeyi gördük. Anne ile çocuğu bütünleş- tirdik, anneliği hatırlattık...”
Eşitlik, adalet, diyalog, aktif katılım ve insan var- lığına saygı gibi değerlere vurgu yapan enformel eğitimi tam da bu değerlerle karşılayan bir örnek, TOÇEV ve Ebru Uygun.
Müziğe Adanmış Bir Yaşam
Mübadele yıllarında ailesi Samsun’un Karadağ köyüne yerleştirilen keman sanatçısı Ömer Can, doğduğu köyün de dâhil olduğu yedi köyün ortasındaki tek okula, her gün bir saat yürüyerek gitmiş. İlkokulu bitirince Akpınar Köy Enstitüsü’ne giderek, müzik ve kemanla tanışmış. Çok iyi müzik öğretmenleriyle çalışmış. Yıllar sonra Almanya Saray Orkestrası’ndan aldığı çalışma teklifini, “Bu ülke beni Köy Enstitüsü’nde okuttu, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, Avrupa’da Köln’de okuttu. Çok sevdiğim ülkeme dönmek istiyorum,” diye reddederek vefa örneği göstermiş ve ülkesine dönmüş. Yazdığı kitaplarla tanınmış. On binlerce çocuğun keman sehpalarında onun kitapları yer alıyor. Hoş anılar biriktirmiş. Birini hemen paylaşalım; sanatçımız Ömer Can, Uğur Türe’ye çocukluğunda 4-5 sene karşılıksız keman dersleri ver- miş. Prof. Dr. Uğur Türe yıllar sonra hocasının kitabına şunları yazmış:
“Müzik eğitiminin sanatsal yönünü tartışacak değilim. Ama müzik eğitiminin çok iyi bilimsel temellere oturmuş ve standardize edildiğini görebiliyorum. Şu an keman ve nöroşirürji ile yaşadığım bu ilginç serüven sonunda şunu söyleyebilirim; her meslekte iyi olmak çok zordur. Bu nedenle kıyaslama yapmak doğru olmaz. Ortalama bir keman- cı olmak ortalama bir beyin cerrahı olmaktan çok zor bir iş. Hocam Ömer Can’ın öğrencilerine vermeye çalıştığı ve keman eğitiminin ayrılmaz parçası olan disiplinli ve sürekli eğitimi fark etmeden ben de mesleğime uygulamışım ki, şimdi bu sayede beyin ve sinir cerrahisinde bir şeyler yapabilmenin zevkini tadabiliyorum.”
Köy Enstitüleri düşünmeye, iletişime, sorgulamaya imkân veren, derslerin yaşayarak yaparak işlendiği, bilginin hayatla bağdaşlaştırıldığı eğitim ortamlarıydı. Aziz Sancar’ın ifadesiyle de bu eğitim ortamının değeri destekleniyor; “Başar- dım, çünkü beni Köy Enstitüleri mezunu öğretmenler eğitti.”
Enformel eğitimin amacı özetle, bireylerin gelişimini sağlayarak toplumsal fayda yaratmak ve refah düzeyini artırmak- tır ki bunun da çok çeşitli uygulamalarına rastlayabiliyoruz. Yukarıdaki kişisel hikâyelerle örneklediğimiz gibi organik, kendiliğinden oluşan, yeni alışkanlıklar, pratik davranışlar oluşturan bu ortamlar çok büyük öğrenme fırsatları sunu- yor. Enformel eğitimle değişebilir, noksanları tamamlayabiliriz. Pedagoglar, çocuk gelişim uzmanları, psikologlar yıl- larca bize asıl geçer akçenin “öğrenmeyi öğrenme” olduğunu söylediler. Bunun sahiciliğini tüm katılığıyla hissettiğimiz bir dönemdeyiz. Öğrenme yeteneğini kullanabildiğimiz ölçüde farklılaşıyor ve başkaları için de fark yaratabiliyoruz. Yeni öğrenme alanları tanımlamak, yeteneklerimizi genişletmek, içsel motivasyonu canlı tutmak, öğrenmek için gerek- li disiplin ve kültürü geliştirmek, hem kendimiz hem toplum için sahip olabileceğimiz en kritik özellikler. Yaşam boyu sürecek, potansiyelini gerçekleştirme yolculuğu. Bu da bize yaşamı ve yaşamımızdakileri kucaklayana kadar bir öğren- me daveti olsun...